10. el-Cebbâru  (dilediği şeyi yapan, yaptıran, dilediği şeye zorlayan):

 

Her iradenin üstünde Allah’ın (c.c.) iradesi vardır.  O’nun dediği olur. Allah (c.c.) izin vermeseydi insanlar bir an bile olsa isyan edemezlerdi. Allah (c.c.) kimi kuluna (ya ana baba duası ya duası Allah [c.c.] indinde makbul olan insanlarla ya da kalbindeki güzel duyguları ve niyetleriyle…) et-Tevvâb güzel ismiyle isyanından dönüş (tövbe etme) nimeti nasip eyler, el-Hâdî güzel ismiyle İslam dininin yoluna koyar, kimisini de (hiçbir biçimde tövbenin ve hidayetin nasip olmayacağını bildiğinden) el-Cebbar güzel ismiyle dünyada isyanıyla başbaşa bırakıp ahirette büyük bir zarara ve azaba zorlar.

 

Cebbâr Arapça’da hem “kırıkları onarmak” hem de “zorla iş yaptırmak” anlamına gelir. Yani Allah (c.c.) hem tıpkı bir hekim gibi düzelecek, iyileşecek hastasına cebir uygulamakta, hem de adil bir hükümdar gibi zalimleri ve suçluları ceza için hapse zorlamaktadır. Buna göre kula tövbe ve hidayet nimetinin nasip olması yada kulun küfründe ve isyanında kalması  Allah’ın (c.c.) el-Cebbâr güzel ismi ile gerçekleşmektedir.

 

Yüce Allah (c.c.) asla insanlara karşı zalim değildir. Her kulunun ebedi kurtuluşunu ve ahirette sınırsız nimetlerle rızıklandırmayı ister. Bunun için peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiştir. Her insana hak dinini herhangi bir ayrım gözetmeksizin açık tutmuştur. Hidayet Allah’tandır. Çünkü O, el-Hâdî’dir. Allah (c.c.) hidayet için kullarının kalplerine bakar. Kendi’sine, hak dinine karşı eğilim gördüğünde iman nurunu o kalbe düşürür. Allah (c.c.) asla kullarının küfürde, günahta kalmalarından razı değildir. Hidayet O’nun elinde olmasına karşın bunu kendisinden talep etmeyenlere de vermez. Allah (c.c.) bu konudaki sünnetullahını şu ayet-i kerimelerde açıklamıştır: “Allah zalimler topluluğunu hidayete eriştirmez (Bakara suresi, ayet 258).”, “Allah kafirler topluluğunu hidayete eriştirmez (Bakara suresi, ayet 264).”, “Allah fasıklar topluluğunu hidayete eriştirmez (Tövbe suresi, ayet 24).”

 

Yukarıdaki ayetlerde geçen zalim, kafir, fasık sözcüklerine biraz açıklık getirmek yararlı olacaktır sanırım: Zalim, başkalarının hak ve hukukuna tecavüz edendir. Kafir, Allah’ın (c.c.) varlığı ve birliğine, Muhammed’in (s.a.s) peygamberliğine inanmayandır. Zaten sözcüğün etimolojik anlamı da “örten”dir. Fasık, iman sahibi olmakla birlikte Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarına uymayan kimsedir. İşte Allah (c.c.) bizim bilemeyeceğimiz bir sırla kalplere bakmakta, orada zalim, kafir ve fasıklara ait özelliklere rastladığında hidayeti o kimseye nasip etmemektedir.

 

“Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet kılardı. Ancak O, dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir. Yapmakta olduklarınızdan muhakkak sorguya çekileceksiniz (Nahl suresi, ayet 93).” Bu ayet-i kerimede Allah (c.c.) dilediğini hidayete, dilediğini dalalete yönelteceğini belirttikten sonra adeta bunun gerekçesi gibi amellerimizin sorumluğunu bize hatırlatmaktadır. Bu da Allah’tan (c.c.) gelen hidayet ve dalaletin yaşantı biçimimizle ve eylemlerimizle yakından ilgili olduğuna vurgu yapmaktadır. Kul Allah’ın (c.c.) yetki sahasında olan hidayet ve dalalete karışamazken hayatını nasıl yaşadığı ve eylemleri ile sorumlu tutulmaktadır.

 

El-Cebbâr güzel ismi kulun Allah’ı (c.c.) dilediği şeyi yapan, yaptıran, dilediği şeye zorlayan büyüklüğü ile övmesini ve yüceltmesini gerekli kılar.